İşine tutkuyla bağlı olmak, yarattığını sevmek ve insanın mesleğine olan saygısına dair..
SÖYLEŞİ METNİ
Bob Cringely:
Bunların büyük bölümü daha önce hiç görülmedi. Adım, Bob Cringely. On altı yıl önce İneklerin Zaferi adlı televizyon dizimi çekerken Steve Jobs’la röportaj yapmıştım. Yıl 1995 ‘ti. On yıl önce Steve, şirkete kendi getirdiği icra kulu başkanı John Sculley’yle yaşadığı yaralayıcı mücadelenin ardından Apple’dan ayrılmıştı. Röportajın yapıldığı dönemde Steve Apple’dan sonra kurduğu niş bilgisayar şirketi NeXT’i yönetiyordu. On sekiz ay içinde NeXT’i Apple’a satacağından haberimiz yoktu. Altı ay sonra Apple’ın başına geçeceğinde de tabii. Televizyonda adet olduğu gibi dizide röportajın sadece bir bölümünü kullandık ve yıllarca röportajın sonsuza dek kaybolduğunu sandık çünkü asıl kaset 1990′larda Londra’dan Amerika’ya yollanırken kaybolmuştu Ardından bundan birkaç gün önce dizinin yönetmeni Paul Sen garajında o röportajın bir VHS kopyasını buldu. – Steve Jobs’la yapılmış çok az televizyon röportajı var.ve neredeyse hepsi kötü. Onlar da nadiren karizma, içtenlik ve vizyonunu gösterebiliyorlar. Bu röportaj bunu başarabiliyor. Dolayısıyla inanılmaz bir adamı onurlandırmak amacıyla o röportajın tamamını burada yayınlıyoruz. Bunların büyük bölümü daha önce hiç görülmedi.
-Kişisel bilgisayarlarla ilk olarak nasıl ilginiz oldu?
İlk bilgisayarımla on ya da on bir yaşımda karşılaştım. O zamanları hatırlamak zor ama artık yaşlı bir fosil oldum. Yaşlı bir fosilim. 30 yıl önce on ya da on bir yaşlarımdaydım ve hiç kimse daha bilgisayarları görmemişti bile. Bilgisayar diye gördükleri bir şeyler vardı. Onları filmlerde görmüşlerdi. Kocaman vırlayan kutulardı hepsi. Her nedense, bilgisayarın ne olduğu anlamında bir ikon olarak bant sürücüler bir saplantı olmuştu. Ya da bir şekilde parıldayan ışıklar vardı. Yani kimse gerçek bir bilgisayar görmemişti. Gizemli şeylerdi. Arka planda bir şeyler yapan çok güçlü şeyler. Yani bir bilgisayar görmek ve gerçekten kullanabilmek o zamanlar tam bir imtiyazdı. Ben NASA’ya girdim buradaki Ames Araştırma Merkezine ve bir zaman paylaşımı terminali kullanabildim. Yani aslında bilgisayarın kendisini görmüyordum. Gördüğüm şey, bir zaman paylaşımı terminaliydi. Ve tekrar ediyorum, o günlerin ne kadar ilkel olduğunu hatırlamak zor. Grafik video görüntülü bilgisayar diye bir şey yoktu. Olan şey, kelimenin tam anlamıyla bir yazıcıydı. Klavyesi olan bir Teletype yazıcısıydı. Klavyeyle komutları giriyor ve sonra bir sür bekliyordunuz. Ardından bilgisayar size çıktı hâlinde bir şeyler söylüyordu. Ama o hâliyle bile olağanüstü bir şeydi. Özellikle de on yaşında bir çocuk için. BASIC ya da mesela Fortran’la bir program yazıyordunuz ve …bu makine bir anlamda sizin fikrinizi alıp bu fikri bir şekilde uyguluyor ve size bazı sonuçlar veriyordu. Ve sonuçlar beklediğiniz gibi çıkarsa programınız gerçekten çalışıyor demekti. Çok nefes kesici bir deneyimdi. Dolayısıyla bir bilgisayar beni büyüledi. Benim için bilgisayar denen şey hâlâ biraz gizemliydi. Çünkü bir kablonun diğer ucundaydı ve bilgisayarın kendisini aslında hiç görmemiştim. Onun ardından bilgisayar turlarına katıldım ve içini gördüm. Hewlett Packard’daki bir grubun üyesi oldum. On iki yaşımdayken Bill Hewlett’a telefon ettim. O zamanlar Hewlett Packard’da yaşıyordu. Bu söylediğim yaşımı açık ediyor ama o zamanlar rehberde yer almayan telefon numarası diye bir şey yoktu. Yani telefon rehberini açıp adını arayabiliyordum. Telefonu açtığında, “Selam, adım Steve Jobs.” dedim. “Beni tanımıyorsunuz ama on iki yaşımdayım ve bir frekans sayacı inşa ediyorum ve bazı yedek parçalara ihtiyacım var.” 20 dakika kadar benimle sohbet etti. Bunu yaşadığım sürece unutmayacağım. Bana parçaları verdi. Ama bir de iş verdi. O yaz Hewlett Packard’da çalıştım. On iki yaşımdaydım. Bunun benim üstümde olağanüstü bir etkisi oldu. Hewlett Packard o yaşta gördüğüm gerçekten tek şirketti ve bir şirketin ne olduğu ve personeline ne kadar iyi muamele etmesi gerektiği konusuna bakışımı şekillendirdi. O zamanlar kolesterol diye bir şey bilinmiyordu. Şirkette her sabah onda koca bir araba dolusu çörek ve kahve gelirdi. Herkes kahve ve çörek molası verirdi. Böyle küçük şeyler vardı. Bu şirketin, gerçek değerinin çalışanları olduğunu fark etmiş bir şirket olduğu açıktı. Hewlett Packard’da olanlar başka şeylere yol açtı ve her Salı gecesi küçük bir grup insanla Palo Alto’daki araştırma laboratuarlarına gitmeye başladım. Oradaki araştırmacılarıyla falan buluşuyorduk. Ve üretilen ilk masaüstü bilgisayarı orada gördüm. Bu da Hewlett Packard 9100′dü. Neredeyse bir bavul kadardı ama içinde küçük bir katot ışını tüpü ekranı vardı ve tüm parçaları aynı yerdeydi. Bir perdenin arkasına uzanan bir kablosu falan yoktu. Ve bu makineye âşık oldum. BASIC ve APL kullanarak makineyi programlayabiliyordunuz. Saatler süren yolculuklar yapıp Hewlett Packard’a gider ve o makinenin başında takılıp programlar yazardım. Başlangıçta işler böyleydi yani. Steve Wozniak’la da bu dönemde tanıştım. Biraz daha önce de olabilir. On dört, on beş yaşlarımdayken. Ve anında çok iyi anlaştık. Tanıştığım elektronik hakkında benden çok şey bilen ilk insandı. Ondan çok hoşlanmıştım. Benden belki beş yaş büyüktü. Üniversiteye gitmiş ve yaptığı eşek şakaları yüzünden okuldan atılmıştı Anne babasıyla oturuyordu. Deanza’ya, bölgedeki yüksek okula gidiyordu. Kısa sürede dost olup birlikte projeler üretmeye başladık. Esquire dergisinde sözde bedava telefon edebilen Captain Crunch adlı bir adam hakkında bir haber okuduk. Bunu duymuşsunuzdur, eminim. Ve bir kez daha büyülenmiştik. İnsan bunu nasıl yapabilirdi? Asparagas olduğunu düşündük. Ve kütüphaneleri araştırmaya başladık. Bunu yapmanıza izin veren gizli tonları arıyorduk. Sonra işe bakın bir gece Stanford Lineer Hızlandırıcı Merkezi’ndeydik. Teknik kütüphanelerinin derinlerine inmiştik. Ta en dipte köşedeki en alt bölmenin son rafında bir AT&T teknik dergisi bulduk. Her şeyi açıklıyordu. O anı asla unutmayacağım. Bu dergiyi gördük ve “Aman Tanrım, gerçekmiş.” dedik. Hemen bu tonları üretebilecek bir araç yapmaya başladık. Çalışma prensibi şuydu: Şehirlerarası arama yaptığınızda hani eskiden fonda şöyle sesler duyardınız ya… Numara çevirirken telefonunuzdan çıkardığınız seslere benziyordu ama farklı bir frekanstaydı. Bu yüzden o sesleri siz çıkaramıyordunuz. Meğer onlar, ağdaki bilgisayarları kontrol eden bir bilgisayarın diğerine yolladığı seslermiş ve AT&T ilk telefon ağını, dijital ağı tasarlarken ölümcül bir hata yapmış. Bilgisayarlar arası sinyalleri sesinizle aynı banda koymuşlar. Bu da aynı sesleri üretebilirseniz bunları ahizenize yolladığınızda AT&T’nin tüm uluslararası telefon ağının bir AT&T bilgisayarı olduğunuzu sanacağı anlamına geliyordu. Aşağı yukarı üç hafta sonra nihayet çalışan bir kutu yapabildik. Hatırlıyorum da ilk seferinde Los Angeles’ı aramıştık. Woz’un Pasadena’daki akrabalarını. Yanlış numarayı çevirip gecenin bir yarısı adamın tekini uyandırdık. Ona bağırıyorduk, “Anlamıyor musun? Biz bu aramayı bedavaya yaptık!” Ama adam bunu hiç takdir etmedi. Ama mucizevi bir şeydi. “Mavi kutulama” yapmak için küçük kutular üretiyorduk. O zamanlar bu işin adı buydu. Altlarına küçük bir not yazıyorduk. Logomuz, “Tüm dünya elinin altında.” idi. Ve çalışıyorlardı. Dünyanın en iyi mavi kutusunu ürettik. Tamamen dijitaldi. Hiç ayarlama gerektirmiyordu. Bir ankesörlü telefona gidip White Plains’e giden bir telefon hattını ele geçirebilir sonra Avrupa’ya giden bir uyduya atlar Türkiye’ye geçer, kablo hattından Atlanta’ya dönebilirdiniz. Tüm dünyayı turlayabiliyordunuz. Beş ya da altı kez dünyanın çevresinde dolaşabiliyordunuz. Çünkü tüm kodları öğrenmiştik. Uydulara atlamak için gerekenleri falan yani. Sonra yan evdeki telefonu arayabilirdiniz. Kendi telefonunuza bağırınca sesinizi birkaç dakika sonra diğer telefonda geliyordu. Bu mucizevi bir şeydi. “Bunun nesi ilginç ki?” diye sorabilirsiniz. İlginç olan tarafı bizim genç olmamızdı. Öğrendiğimiz şeyse şuydu: Dünyadaki milyarlarca dolarlık alt yapıyı kontrol eden bir şeyi kendi başımıza üretebiliyorduk. Bunda öğrendiğimiz şeyse ikimizin yani, pek bir şey bilmediğimizdi. Dev gibi bir şeyi kontrol eden küçücük bir şey üretebiliyorduk. Bu inanılmaz bir dersti. Mavi kutulama olmasa Apple bilgisayarları diye bir şey asla olmazdı bence.
– Woz Papa’yı aradığınızı söylemişti. – Evet, gerçekten de aradık. Woz, Henry Kissinger taklidi yaptı. Vatikan’ın numarasını bulduk. Papa’yı aradık ve Vatikan’dakiler hiyerarşideki insanları uyandırmaya başladılar. Ne bileyim, kardinalleri falan işte. Gerçekten de Papa’yı uyandırması için birini gönderdiler. Biz sonunda kahkahadan kırılmaya başlayınca arayanın Henry Kissinger olmadığını anladılar. Yani Papa’yla konuşamadık ama çok komikti. Peki, mavi kutulardan kişisel bilgisayarla geçiş. Bunu ateşleyen neydi? – Gereklilik.
Şu anlamda: Kullanılabilen zaman paylaşımlı bilgisayarlar vardı. Mountain View’da bedava zaman ayarlayabildiğimiz bir zaman paylaşımlı bilgisayar şirketi vardı. Bunun için bir terminal gerekiyordu ama alacak paramız yoktu. Biz de kendimiz bir terminal tasarlayıp ürettik. Yaptığımız ilk şey buydu. Bir terminal ürettik. Apple I aslında bunun bir uzantısıydı. Arkasına bir mikro işlemci koyduk. Böyle olmuştu. Bir araya getirilmiş iki ayrı projeydi aslında. Yani önce terminali, ardından Apple I’i ürettik. Aslında kendimiz için üretmiştik çünkü herhangi bir şey alacak paramız yoktu. Sağdan soldan çıkma parçalar toplar ve bunları elle birleştirirdik. Bir tanesini üretmek 40 ila 80 saat sürüyordu ve sürekli bozuluyorlardı çünkü içlerinde bir sürü küçük tel vardı. Sonra birçok arkadaşımızın da yapmak istediğini gördük. Çoğu parçayı onlar da toparlayabiliyordu. Ama bizim bunları üretirken kendimizi eğiterek edindiğimiz türde becerilere onlar sahip değillerdi. Bu yüzden onların da çoğu bilgisayarı üretmesine biz yardım ettik. Ama bu iş tüm vaktimizi alıyordu. Baskılı devre kartı yapabilirsek diye düşündük. Bu, bilgisayar üretiminde kullanılan, telleri şekillendirebilmek için iki tarafına da bakır işlenmiş bir fiberglas parçasıdır. Böylece 40 saat yerine birkaç saatte Apple I üretebilirdik. Bunu yapabilsek, elimizden bunlardan olsa bu bilgisayarları dostlarımıza bize mal oldukları fiyattan satabilir paramızı geri alabilirdik, herkes mutlu olurdu ve biz de hayatlarımızı geri alabilirdik. Biz de böyle yaptık. Ben minibüsümü, Steve de hesap makinesini sattı. Böylece bir arkadaşımıza baskılı devre kartı için gereken çizimleri yaptıracak parayı bulabildik. Bir miktar baskılı devre kartı yaptık ve bunları bası dostlarımıza sattık. Ben gerisini satacak bir yer arıyordum ki minibüsümüzü ve hesap makinemizi geri alabilelim. Dünyanın ilk bilgisayar mağazasına girdim. Mountain View’deki Byte Shop’a. Galiba El Camino Caddesi’ndeydi. Birkaç yıl sonra seks kitapları satan bir kitapçı oldu. Ama o zamanlar Byte Shop’tu. Ve mağazayı işleten adam, galiba adı Paul Tyrell’dı “Bunlardan 50 tane alırım.” dedi. Harika dedim. “Ama tamamen birleştirilmiş olmalarını istiyorum.” dedi. Bu daha önce hiç aklımıza gelmemişti. Bunu bir süre düşünüp “Neden olmasın?” dedik. “Neden bunu denemeyelim ki?” Ben sonraki birkaç günü telefon başında elektronik parça dağıtımcılarıyla konuşarak geçirdim. Ne yaptığımızın bilmiyorduk. “Bakın, bize gereken parçalar bunlar.” dedik. 100 set alırız diye düşündük. 50 makine yaparız. Onları bize maliyetlerinin iki katına Byte Shop’a satarız. Böylece 100 setin de parasını ödemiş oluruz. Böylece 50 tanesi bize kalmış olacaktı. Bunları satıp kâr edecektik. Bu dağıtımcıları bize net 30 gün vadeli satmaya ikna ettik. Bu ne demek, en ufak fikrimiz yoktu. Net. Tabii. Şurayı imzalayın. Ödeme yapmak için 30 günümüz vardı. Parçaları almıştık. Malları ürettik. Ellisini Palo Alto’daki Byte Shop’a sattık. 29 gün sonra paramızı aldık. Sonra gidip 30. günde borçlarımızı ödedik. Böylece işe başlamış olduk. Ama Marx’ın klasik kârın gerçekleşmesi krizini yaşıyorduk. Kârımızın likiditesi yoktu yani. Kârımız köşede duran 50 bilgisayardı. Sonra birden bire bunu nasıl paraya çevireceğimizi düşünmek zorunda kaldık. O zamanda dağıtım konusunu düşünmeye başladık. Başka bilgisayar mağazaları var mıydı? Ülke çapında var olduğunu duyduğumuz diğer bilgisayar mağazalarını aramaya başladık. İş hayatına böyle yavaş yavaş girdik yani.
– Apple’ın yaratılmasında üçüncü anahtar kişi eski Intel yöneticisi Mike Markkula’ydı. – Steve’e onun ekibe nasıl katıldığını sordum.
Apple II’yi tasarlıyorduk… Apple II için gözümüzü çok daha yukarılara dikmiştik. Woz’un hedefi renkli grafikler eklemekti. Benim amacımsa şuydu. Şunu çok net görüyordum: biz hobisi donanım olan bir grup insandık. Kendi bilgisayarımızı birleştirebiliyorduk. Ya da kartımızı alıp güç kaynağı için transformatörleri kasayı, klavyeyi, vesaire, geri kalanları ekleyebiliyorduk. Bu işi yapabilen her bir kişiye karşılık aynı şeyleri yapamayan ama programlamayla uğraşmak isteyen en az bin kişi vardı. Hobisi yazılım olan insanlar. Aynı on yaşımda bilgisayarları keşfederken olduğum gibi. Benim Apple II için hayalim ilk gerçekten paketlenmiş bilgisayarı satmaktı. Paketlenmiş kişisel bilgisayar… Hobinizin donanım olması geremeyecekti böylece. Bu iki hayali bir araya getirerek ürünü tasarladık. Ben bir tasarımcı buldum. Paketleri ve diğer her şeyi biz tasarladık. Bilgisayarı plastikten yapmak istiyorduk. Tüm tarımlar üretime hazırdı. Ama kasayı üretmek ve benzeri şeyler için para gerekiyordu. Birkaç yüz bin dolara ihtiyacımız vardı. Bu bizi çok aşan bir işti. Bu nedenle ben de yatırımcı aramaya başladım. Don Valentine adlı bir yatırımcıyla tanıştım. Adam garajımıza geldi. Daha sonra bana insan ırkından kaçıyormuş gibi görünüyordun dedi. Bu lafı sonraları ünlü oldu. Bize yatırım yapmak istemediğini söyledi ama yapabilecek birkaç kişi tavsiye etti. Bunlardan biri de Mike Markkula’ydı. Mike’a telefon ettim, kalktı geldi. Mike ya da yaşında Intel’den emekli olmuştu. Orada ürün müdürüydü ve biraz hisse almıştı. Hisse opsiyonlarında bir milyon dolar falan kazanmıştı. Bu, o zamanlar çok büyük bir paraydı. Petrol ve gaz işlerine yatırım yapıyordu. Evinde takılıyordu. Bu tür şeyler yapıyordu. Ve bence artık canı bir şeyler yapmak istiyordu. Mike’la çok iyi anlaştık. Birkaç hafta sonra, tamam yatırım yapacağım dedi, hayır dedim. “Hayır, paranı değil, seni istiyoruz.” Mike’ı şirkete bizimle aynı oranda ortak olmaya ikna etik. Mike işe bir miktar para yatırdı. Kendisi de işe girişti ve üçümüz birlikte yola çıktık. Apple II üstünde yaptığımız bu tasarımı aldık bilgisayarları ürettik ve birkaç ay sonra West Coast Bilgisayar Fuarı’nda açıkladık.
– Nasıldı?
– Harikaydı. En iyi ürün bizdeydi. O zamanlar West Coast Bilgisayar Fuarı küçüktü. Ama bizim için çok büyüktü. Orada harika bir satış pavyonumuz vardı. Bir projeksiyon televizyonunda Apple II’yi gösteriyorduk… Bugün çok kaba görünen grafiklerini sergiliyorduk. Ama o zamanlar bir kişisel bilgisayarda bulunanların çok ama çok ilerisindeydi. Hatırladığım kadarıyla en çok ilgi çeken pavyon bizimkiydi. Birçok satıcı ve dağıtımcı sıraya girmeye başladı. Böylece işe girişmiş olduk.
– Kaç yaşındaydınız?
-21
-Çok başarılı oldunuz. İşe de sıfırdan başlamıştınız. Bu konuda özellikle bir eğitim almamıştınız. İnsan şirket yönetmeyi nasıl öğrenir?
– İş piyasasında geçirdiğim yıllar boyunca bir şey öğrendim. İnsanlara bazı şeyleri neden yaptıklarını sorardım. Cevap her seferinde kesin olarak “Çünkü bu iş böyle yapılır.” oldu. Kimse neyi neden yaptığını bilmiyor. İş piyasasında kimse pek derin düşünmüyor. Ben bunu öğrendim. Size bir örnek vereyim. Garajda Apple I’leri üretirken kaça mal olduklarını tam olarak biliyorduk. Apple II günlerinde fabrikada üretime başlayınca muhasebecilerin standart maliyet diye bir kavramı vardı. Baştan bir standart maliyet belirliyorsunuz. Sonra üç ayın sonunda bunu yeniden ayarlıyorsunuz. Sürekli bunu neden yapıyoruz diye soruyordum. Cevapsa “Bu iş böyle yapılıyor.” oluyordu. Altı ay kadar bunu araştırdıktan sonra fark ettim ki bunun yapılmasının nedeni kaça mal olacağını bilecek kadar iyi maliyet kontrolünüzün olmamasıydı. Siz de bir tahminde bulunuyordunuz. Ardından o çeyreğin sonunda tahmininizi düzeltiyordunuz. Kaça mal olduğunu bilmemenizin nedeniyse bilgi sistemlerinizin yeterince iyi olmamasıydı. Ama bunu kimse bu şekilde ifade etmiyordu. Daha sonraları Macintosh için otomatik fabrikayı tasarladığımızda bu dönemi geçmiş kavramlardan kurtulabildik. Bir malın kaça mal olduğunu kuruşu kuruşuna bilebiliyorduk. Ben iş dünyasındaki birçok şeye folklor diyorum. Öyle yapılıyorlar çünkü dün de öyle yapılmışlar. Ve onda önceki gün de. Bu da şu anlama geliyor: Çok sayıda soru sormaya, birçok şeyi düşünmeye ve büyük emek vermeye gönüllüyseniz iş yapmayı çok çabuk öğrenebilirsiniz. Dünyanın en zor şeyi değil.
– Roket bilimi değil yani.
– Roket bilimi değil, hayır.
–Bilgisayarlarla ilk temas ettiğiniz döneme geri dönelim. İcat ettiğiniz ve daha öncesinde HP ‘le çalıştığınız döneme. Program yazmaktan bahsettiniz. Ne tür programlar? İnsanlar bunlarla neler yapardı?
-Biz şey yapardık… Size basit bir örnek vereyim. Mavi kutumuzu tasarlarken tasarımda bize yardımcı olması için birçok özel program yazdık. Bizim adımıza angaryaları halletmeleri için. Alt bölenlerle frekansları hesaplamak diğer frekansları almak ve benzeri şeyler anlamında. Bilgisayarları çok kullandık. Frekanslarda ne kadar hata yapabileceğimizi ne kadarına göz yumulabileceğini hesaplamak için. Bilgisayarları işte kullanıyorduk ama daha önemlisi derdimiz onları pratik bir amaç için kullanmak değildi. Amaç onları düşünce sürecinizin bir aynası olarak kullanmaktı. Nasıl düşünüleceğini öğrenmek için. Bence öğrenmenin en büyük değeri bu. Bence bu ülkede herkes bilgisayar programlamayı öğrenmeli. Bir bilgisayar dili öğrenmeli. Çünkü bu, insana nasıl düşüneceğini öğretiyor. Hukuk fakültesine gitmek gibi. Herkesin avukat olması gerektiğini düşünmüyorum. Ama bence hukuk fakültesine gitmek faydalı olabilir. Çünkü size belirli bir şekilde düşünmeyi öğretiyor. Aynı bilgisayar programlamanın size biraz farklı biçimde düşünmeyi öğretmesi gibi. Ben bilgisayar bilimini bir sosyal bilim olarak görüyorum. Bu herkesin öğrendiği bir şey olmalı. İnsanın bir yılını alıyor. Aldıkları derslerden biri programlama.
-Ben APL öğrendim. Ki elbette hayatı anlamasına yaşıyor olmamın bir nedeni de bu.
-Geriye dönüp baktığınızda bunun farklı şekilde düşünmeyi öğreten, insanı zenginleştiren bir deneyim olduğunu düşünüyor musunuz?
-Hayır. Özellikle öyle değil. Başka diller belki ama ben APL’Le başladım. Yani tabii ki Apple II büyük başarı kazandı. İnanılmaz bir başarıydı. Şirket çok büyüdü ve sonunda halka açıldı. -Ve sizler de çok zengin oldunuz. Zengin olmak nasıl bir şey?
– Çok ilginç. 23 yaşımda servetim bir milyon doları aşmıştı. 24 olduğumda on milyonu ve olduğumdaysa 100 milyon dolardan fazlaydı. Bu o kadar da önemli değildi. Çünkü bunu hiçbir zaman para için yapmadım. Bence para harika bir şey çünkü bir şeyler yapmanıza olanak sağlar. Kısa sürede kâr getirmeyecek fikirlere ve benzeri şeylere yatırım yapmanıza olanak sağlar. Ama hayatımın özellikle o döneminde sahip olduğum en önemli şey değildi. En önemlisi, şirketti. İnsanlar, ürettiğimiz ürünler… İnsanların bu ürünlerle yapmasına olanak sağlayacağımız şeyler. O nedenle parayı pek düşünmedi. Hiç hisse satmadım. Her zaman şirketin uzun süreçte çok başarılı olacağına inandım.
– Kişisel bilgisayarın gelişiminde Steve’in ilk kez ‘da ziyaret ettiği. Xerox Palo Alto Araştırma Merkezi’nde yapılan öncü niteliğindeki çalışmalar hayati önem taşır.
– Tanıdığım üç, dört kişi bana sürekli olarak “Kaldır bir tarafını da Xerox PARC’a git. Neler yaptıklarını bir gör.” diyordu. Sonunda gittim. Oraya gittim. Çok nazik insanlardı. Bana üstünde çalıştıkları şeyleri gösterdiler. Bana gerçekte üç şey gösterdiler. Ama ilki öyle gözlerimi aldı ki diğer ikisini aslında göremedim bile. Gösterdiklerinden biri nesneye dayalı programlamaydı. Bana bunu gösterdiler. Ama ben göremedim. Gösterdikleri diğer bir şeyse bir bilgisayar ağı sistemiydi. Bir ağa bağlı e- posta falan kullanan yüzden fazla Alto bilgisayarı vardı. Ben bunu da göremedim. Gösterdikleri ilk şey gözlerimi o kadar almıştı işte. O da grafik kullanıcı ara yüzüydü. Bunun hayatımda gördüğüm en iyi şey olduğunu düşündüm. Şimdilerde çok hatalı olduğunu hatırlıyorum. Gördüğümüz şey henüz bitmemişti. Bazı şeyleri yanlış yapmışlardı. Ama o zamanlar bunu bilmiyorduk. Ama yine de fikrin temeli oradaydı ve çok da iyi yapmışlardı. On dakika içinde bir gün tüm bilgisayarların böyle çalışacağı benim için gün gibi aşikâr oldu. Bu barizdi. Kaç yıl süreceği konusunda tartışabilirdiniz. Kim kazanacak, kim kaybedecek, tartışabilirdiniz. Ama bunun önlenemez olduğu konusunda tartışamazdınız. O kadar barizdi. Oraya gitmiş olsanız siz de aynı şeyi düşünürdünüz.
-Paul Allen da tam olarak bu kelimeleri kullanmıştı.
– Evet.
– Gerçekten çok ilginç.
-Barizdi.
-Ama iki ziyaret oldu. Gördünüz ve sonra birilerini oraya götürdünüz. Bir dahaki sefer ne oldu? Sizi bir süre beklettiler.
-Hayır.
-Hayır mı? Adele Goldberg aksini söylüyor ama.
-Ne demek istiyorsunuz?
-Grup geri gelince sunumu o yapmış. Üç saat boyunca sunum yapmamak için tartışmış. O bunu tartışırken sizi başka yerlere götürüp başka şeyler göstermişler. Bize sunum yapmak konusunda isteksizlermiş, öyle mi?
– O öyleymiş.
– Tamam. Bunu bilmiyordum. Evet, bunu hatırlamıyorum.
-Ben başka bir şeyi kastettiniz sandım.
– Çok becerikli insanlardı.
– Evet.Ama bize sunum yaptılar. Yaptıkları da çok iyi oldu çünkü Xerox’ta o teknoloji yanıp kül oldu. Buna verdikleri isim “Neden?”
– Ne dediniz?
– Hayır, ben sadece
– “Neden” mi?
– Evet, “Neden” Çok üzücü. Bunu ben de çok düşündüm. Daha sonraları John Sculley’de konu hakkında çok şey öğrendim. Ve artık oldukça iyi anladığımı düşünüyorum. John Scully’yle olduğu gibi… John PepsiCo’dan gelmişti. Ürünlerini en fazla on yılda bir değiştiriyorlardı. Onlar için yeni ürün demek şişe boyutunun değişmesi demekti. Yani üretim yapanlardansanız şirketin yönünü pek değiştiremiyordunuz. PepsiCo’nun başarısında kimlerin etkisi vardı o zaman? Satış ve pazarlama ekibinin. Bu nedenle terfi ettirilenler onlar oluyordu. Ve bu nedenle şirketi yönetenler de onlardı. PepsiCo için bu iyi bir şey olabilir. Ama belli oldu ki aynı şey tekelleşen teknoloji şirketlerinde de olabilirmiş. IBM ve Xerox gibi. IBM’de ya da Xerox’ta üretimle ilgilisiniz daha iyi bir kopyalama makinesi ya da bilgisayar yaptınız diyelim. Ne olmuş? Pazarda tekel hâline geldiğinizde şirket daha da başarılı olamaz. Şirketi daha başarılı yapabilenler satış ve pazarlama personelidir. Sonunda şirketleri onlar yönetmeye başlar ve ürün personeli karar sürecinden dışlanmaya başlar. Şirketler harika ürünler çıkarmanın anlamını unutmaya başlar. Onlar o tekel konumunu sağlayan ürün duyarlılığı ve dehası iyi ürünler kötü ürün arasındaki fark konusunda en ufak algısı olmayan insanlar tarafından çürütülmeye başlar. İyi bir fikri alıp iyi bir ürüne çevirmek için gereken zanaatkârlık hakkında en ufak algıları yoktur ve müşterilere yardım etmeyi istemek konusunda kalplerinde genellikle en ufak bir duygu olmaz. Xerox’ta olan buydu. Xerox PARC’taki insanlar Xerox’u yöneten insanlara “toner kafa” derdi. Toner kafalar Xerox PARC’a gelirdi ve ne gördükleri konusunda en ufak fikirleri olmazdı.
İzleyicilerimize tonerin ne olduğunu açıklar mısınız?
Toner bir fotokopi makinesine koyduğunuz şeydir. Endüstriyel bir kopya makinesine eklemeniz gereken toner..
– O siyah şey.
– Siyah şey, evet. Temel olarak hepsi kopya kafaydı. Bilgisayar ya da yapabilecekleri konusunda en ufak fikirleri yoktu. Bu nedenle bilgisayar tarihinin en büyük zaferinden ala ala yenilgiyi aldılar. Xerox bugün tüm bilgisayar endüstrisinin sahibi olabilirdi. On kat daha büyük bir şirket olabilirdi. IBM olabilirdi. 90 ‘lı yılların IBM’i olabilirdi. 90′lı yılların Microsoft’u olabilirdi. Her neyse, bunlar eski hikâyeler. Artık pek önemi yok.
-Tabii. IBM’den bahsettiniz. IBM pazara girdiğinde bu, Apple’daki sizler için korkutucu oldu mu?
-Tabii. Bir tarafta bir milyar dolarlık bir şirket olan Apple vardı diğer taraftaysa IBM… O zamanlar muhtemelen 30 küsur milyarlık bir şirketti. Ve pazara giriyordu. Elbette korkutucuydu. Çok korkutucuydu. Ama çok büyük bir hata yaptık. IBM’in ilk ürünü korkunçtu. Gerçekten kötüydü. Ve biz de IBM’in daha iyi olmasına yardım etmenin birçok insanın çıkarına olduğunu fark edememe hatasına düştük. İş IBM’e kalsaydı yanıp kül olmuş olacaklardı. Ama IBM’in bence dahice olan bir yaklaşımı vardı. Başarılarının birçok insanın menfaatine olmasını sağlamışlardı. Sonunda da onları kurtaran bu oldu.
– Peki, Xerox PARC’tan bir vizyonla döndünüz. Bu vizyonu nasıl uyguladınız?
-En iyi adamlarımızı bir araya getirip onları şunun üstünde çalıştırmaya başladım. Sorun şuydu: Hewlett Packard’dan bir grup insanı işe almıştık. Onlar bu fikri anlayamadı. Anlamadılar. Kullanıcı ara yüzündeki en sıkı şeyin ekran altındaki yumuşak düğmeler olduğunu düşünen bir grupla dramatik tartışmalar yaşadığımı hatırlıyorum. Orantılı aralıklı yazıtipi kavramını anlamıyorlardı. Fare kavramını anlamıyorlardı. Bu insanlarla tartıştığımı hatırlıyorum. İnsanlar bana fareyi üretmemiz beş yıl sürer ve tanesi 300 dolara mal olur diye bağırıyorlardı. Sonunda bıktım. Şirket dışına çıktım ve David Kelly Tasarım’ı buldum ve ondan bana 90 gün içinde bir fare tasarlamasını istedim. On beş dolara üretilebilen ve inanılmaz derece de güvenilir bir faremiz oldu. Bir açıdan Apple’da bu fikri yakalayabilecek kapasitede insanların olmadığını fark ettim. Anlayan çekirdek bir ekip vardı ama daha büyük bir ekip ki çoğunluğu Hewlett Packard’dan gelmişti konuyu hiç anlamıyordu. Bu noktada profesyonellik konusu devreye giriyor.
Bunun bir karanlık, bir de aydınlık tarafı var, değil mi?
Hayır, ne var biliyor musunuz? Bu iş karanlık ve aydınlık değil. Sorun insanların kafasının karışması. Şirketlerin de kafası karışır. Büyümeye başladıklarında başlardaki başarılarını tekrarlamak isterler. Bunların çoğu, başarının yaratıldığı süreçte her nasılsa bir sihir olduğunu düşünüyor bu nedenle süreci şirket çapında kurumsallaştırmaya çalışıyorlar. Çok uzun zaman geçmeden insanların kafası karışıyor ve süreçle içeriği karıştırmaya başlıyorlar. Nihayetinde IBM’in çöküşü de bundandır. Dünyanın en iyi süreç insanları IBM’dedir. Sadece içeriği unuttular. Apple’da da biraz aynı şey oldu. İdari süreç konusunda çok iyi birçok insanımız vardı. Sadece içerik konusunda hiç fikirleri yoktu. Kariyerim boyunca gördüm ki en iyi elemanlar içeriği anlayan insanlardır ama onları idare etmek baş belası bir iştir. Ama buna tahammül edersin çünkü içerik anlamında çok iyidirler. Harika ürünleri ortaya çıkaran da budur. Süreç değildir. İçeriktir. Yani Apple’da da bu sorunu bir noktaya kadar yaşıyorduk. Ve bu sorun nihayetinde ortaya Lisa’yı çıkardı… Onun da çok iyi olduğu anlar vardı. Bir açıdan zamanının çok ilerisindeydi ama yeterli temel içerik anlayışı yoktu. Apple köklerinden çok uzağa sürüklenmişti. Hewlett Packard’dan gelenler için on bin dolar ucuzdu. Bizim pazarımız ve dağıtım kanlarımız içinse imkânsızdı. Yani kendi şirketimizin kültürü ile hiç mi hiç uyuşmayan bir ürün çıkardık. Şirketimizin imajına. Şirketimizin dağıtım kanallarına. O dönem var olan müşterilerimize. Hiçbirinin böyle biri ürüne parası yetmezdi. Ve başarısız oldu.
– John Couch’la liderlik için mücadele ettiniz.
-Kesinlikle ve ben kaybettim. Doğru.
-O nasıl oldu?
Lisa’nın başının ciddi biçimde dertte olduğunu düşünüyordum. Lisa’nın demin anlattığım gibi çok kötü bir yönde ilerlediğini düşünüyordum. Üst yönetimden yeterince insanı durumun bu olduğuna ikna edemedim ve şirketi ağırlıklı olarak bir ekip olarak yönetiyorduk. Bu nedenle kaybettim O dönem birkaç ay kara kara düşündüm ama çok da uzun olmayan bir süre sonra bir şeyler yapmazsak Apple II’nin benzininin biteceği kafama dank etti ve bu teknolojiyle çabucak bir şeyler yapmamız gerekiyordu. Yoksa Apple o hâliyle bir şirket olarak yok olabilirdi. Ben de Macintosh’u yapmak amacıyla küçük bir ekip kurdum. Apple’ı kurtarmak için Tanrı’dan görev almış gibiydik. Başka kimse öyle düşünmüyordu ama haklı çıktım. Biz Mac’i geliştirirken bunun Apple’ı da yeniden icat etmenin bir yolu olduğu belli oldu. Her şeyi yeniden icat ettik. Üretimi yeniden icat ettik. Japonya’da herhâlde 80 otomatik fabrika gezmişimdir. Ve dünyanın ilk otomatik bilgisayar fabrikasını burada, Kaliforniya’da kurduk. Lisa’daki 68000 mikro işlemcisini kullandık. Lisa’nın o işlemci için ödeyeceği fiyatın beşte birine anlaştık. Çünkü biz çok daha yüksek miktarda işlemci kullanacaktık. Ve bin dolara satılabilecek Macintosh adlı bu ürünü gerçekten tasarlamaya başladık. Ama başaramadık. İki bin dolara satabilirdik ama 2.500 dolardan piyasaya sürdük. Hayatımızın dört yılını buna harcadık. Ürünü yaptık. Otomatik fabrikayı kurduk. Makine üretecek bir makine. Yepyeni bir dağıtım sistemi kurduk. Tamamen farklı bir pazarlama yaklaşımı geliştirdik ve bence çok iyi işledi.
Bu ekibi motive ettiniz. Rehberlik etmek durumundaydınız.
– Ekibi kurmak zorunda kaldık.
– Ekibi kurdunuz. Motive ettiniz. Rehberlik ettiniz. Onlarla ilgilendiniz. Macintosh ekibinizden çok insanla röportaj yaptık. İş sonunda gelip sizin tutkunuza, vizyonunuza dayanıyor. Burada önceliklerinizi nasıl belirliyorsunuz? Sizin için ürünün geliştirilmesinde önemli olan nedir?
-Apple’a cidden zarar veren şeylerden biri şuydu: Ben ayrıldıktan sonra John Sculley ciddi bir hastalığa yakalandı. Bu hastalığa başka insanların da yakalandığını gördüm. Gerçekten harika bir fikrin, işin yüzde 90′ı olduğunu ve diğer insanlara işte burada harika bir fikir var derseniz elbette gidip bunu yapabileceklerini sanma hastalığı. Bundaysa şöyle bir sorun var: Harika bir fikirle harika bir ürün arasında muazzam miktarda zanaatkârlık vardır. Ve siz bu harika fikri geliştirdikçe fikir değişir ve olgunlaşır. Asla başladığı şekliyle bitmez. Çünkü işin inceliklerine girdikçe çok daha fazla şey öğrenirsiniz. Ayrıca görürsünüz ki çok büyük ödünler vermek zorundasınızdır. Elektronlara yaptıramayacağınız şeyler vardır. Plastiğe yaptıramayacağınız şeyler vardır. Ya da cama, ya da fabrikalara, robotlara. Ve bu konulara girdikçe görürsünüz: Bir ürün tasarlamak beş bin şeyi beyninizde tutmaktır. Bu kavramları. Onları bir araya getirirsiniz. İstediğiniz şeyi elde etmek için yeni ve farklı şekillerde bir araya gelmeleri için zorlamaya devam edersiniz. Ve her gün bunları biraz farklı bir şekilde bir araya getirmek için yeni bir sorun ya da yeni bir fırsat olan yeni bir şey keşfedersiniz. Ve sihirli olan bu süreçtir. Başladığımızda birçok harika fikrimiz vardı. Ama ben her zaman şuna inanmışımdır. Gerçekten inandıkları bir şeyi yapan bir grup insan… Küçük bir çocukken tanıdığım sokağımızda yaşayan dul bir adam vardı. Adam 80′li yaşlarındaydı. Biraz korkutucu bir görünüşü vardı. Onun biraz tanıma fırsatım oldu. Çimlerini biçmem için bana para vermiş falan olabilir. Bir gün bana garajıma gel sana bir şey göstermek istiyorum dedi. Tozlu, eski bir taş parlatıcı çıkardı. Bir motor, bir kahve tenekesi ve aralarında bir bant. Benimle gel dedi. Arka bahçeye gidip birkaç taş aldık. Sıradan, çirkin taşlar. Onları tenekeye koyduk. Yanına da biraz sıvı ve biraz da kum tozu. Tenekeyi kapattık ve motoru çalıştırdı Bana yarın yine gel dedi. Taşlar döndükçe teneke gürültü çıkarıyordu. Ertesi gün gittim ve tenekeyi açtık. İçinden inanılamaz güzellikte cilalanmış taşlar çıkardık. İçeri giren o sıradan taşlar bu şekilde birbirlerine sürtünerek biraz sürtüne yaratarak, biraz gürültü çıkararak bu güzel cilalı taşlara dönüşmüştü. Bu hep aklımda kaldı. Tutkuyla bağlandıkları bir şey üstünde büyük emek sarf eden bir ekip hakkındaki mecazım… Bu takım sayesinde bu inanılmaz derecede yetenekli insanlar sayesinde birbiriyle çarpışan, tartışmalara girişen bazen kavga eden, gürültü çıkaran. Ve birlikte çalışarak birbirlerini cilalıyorlar. Fikirleri cilalıyorlar. Sonunda da ortaya bu çok güzel taşlar çıkıyor. Açıklaması zor ve kesinlikle tek bir insanın sonucu değil. İnsanlar sembolleri sever. Ben belirli bazı şeylerin sembolüyüm. Ama Mac’te yapılan şey tam bir ekip çalışmasıydı. Apple’da çok erken bir tarihte bir şey gözlemledim. O zamanlar nasıl açıklayacağımı bilmiyordum. Ama o günden beri bunu çok düşündüm. Hayattaki çoğu şeyde ortalama ve en iyi arasındaki dinamik erim en çok ikiye birdir. New York’a gider ve ortalama bir şoförün ve en iyi şoförün taksilerine binerseniz gideceğiniz yere en iyi şoförün taksisiyle muhtemelen yüzde 30 daha hızlı gidersiniz. Bir otomobilde ortalamayla en iyi arasındaki fark nedir? Belki yüzde 20′dir. En iyi CD oynatıcıyla ortala bir CD oynatıcı. Ne bileyim, yüzde 20 . Yani ikiye bir hayatın çoğu alanında büyük bir dinamik erimdir. Yazılımda ki eskiden donanımda da durum aynıydı ortalamaya en iyi arasındaki fark 50′ye bir, belki yüze birdir. Hayatta çok az şey böyledir. Ama ben hayatımı böyle bir şeyin içinde geçirecek şansa eriştim. Başarımın büyük bölümünü cidden yetenekli insanları bularak ve B ya da C sınıf oyuncularla yetinmeyerek gerçekten A sınıfı oyuncuları arayarak elde ettim ve bir şey öğrendim. Öğrendim ki yeterince A sınıfı oyuncu toplarsan bulmak için gereken o inanılmaz emeği sarf edersen bulduğun beş oyuncu, birlikte çalışmaktan gerçekten zevk alır çünkü daha önce böyle bir şey yapma şansları hiç olmamıştır. Ve B ya da C sınıfı oyuncularla çalışmak istemezler. Böylece kendi kendilerini kontrol ederler. Sadece daha fazla A sınıf oyuncu tutmak isterler. Böylece bu küçük oyuncu gruplarını kurarsın ve iş gelişir. Mac ekibi de böyleydi. Hepsi A sınıfı oyunculardı. Bunlar olağandışı seviyede yetenekli insanlardı. Ama aynı zamanda bu insanlar artık sizin için çalışacak enerjileri olmadığını söylüyorlar. Tabii. Bence Mac ekibindeki çoğu insanla konuşursanız size hayatlarında hiç o kadar çok çalışmadıklarını söylerler. Bazıları da bunun hayatlarının en mutu dönemi olduğunu söyleyecektir. Ama bence hepsi size bunun hayatlarının en yoğun ve sevgiyle hatırladıkları deneyimlerinden biri olduğunu söyleyecektir.
-Öyle dediler.
Bu şeylerin bazıları bazı insanlar için sürdürülebilir değildir.
–Birilerine işlerinin b..tan olduğunu söylediğinizde bu ne anlama gelir?
-Genellikle işlerinin b..tan olduğu anlamına gelir. Bazen “Bence işin b..tan.” demektir ve ben yanılıyorumdur. Ama genellikle işlerinin yeterince iyi olmadığı anlamına gelir.
– Bill Atkinson’dan harika bir alıntı yapacağım. “Birine işinin b..tan olduğunu söylediğinde aslında ben pek anlamadım, lütfen açıklar mısın demek istemişsindir.”
-Hayır, ben genellikle bunu demek istemezdim. Gerçekten iyi birilerini bulduğunda gerçekten iyi olduklarını bilirler. Egolarına bakıcılık yapman pek gerekmez. Önemli olan iştir ve herkes bunu bilir. Önemi olan tek şey işin kendisidir. Bilmecenin belirli bölümlerini çözeceklerine güveniliyor. Bence gerçekten iyi olan ve işi yapacağına gerçekten güvenilen biri için yapabileceğiniz en önemli şey işleri yeterince iyi olmadığında bunu onlara göstermektir. Ve bunu çok açık biçimde yapmalı nedenini açıklamalı ve onları yeniden yola sokmalısınız. Ve bunu, yeteneklerine olan güveninize şüphe düşürmeyecek ama o belirli konuda yaptıkları çalışmanın ekibin amacını destekleyecek kadar iyi olmadığı konusunda da yoruma pek de yer bırakmayacak şekilde yapmalısınız. Ve bunu yapmak çok zordur. Ben her zaman çok doğrudan bir yaklaşım göstermişimdir. Ve bence benimle çalışmış insanlarla konuşursanız gerçekten iyi olanların bunu çok faydalı bulduğunu görürsünüz. Bazıları da nefret etmişti. Ben bir de haklı olmayı pek de umursamayan tipte bir insanım. Sadece başarıya önem veririm. Sorarsanız çoğu insan size bunu söyler. Çok kesin bir fikrim olmuştur. Ama onlar bunun tersini gösteren deliller sunduklarında beş dakika içinde fikrimi tamamen değiştirmişimdir. Çünkü ben böyle biriyim. Yanlış olmak benim için sorun yaratmaz. Sık sık hatalı olduğumu kabul ederim. Bunun benim için pek önemi yoktur. Benim için önemli olan doğrusunu yapmamızdır. –
-Peki Apple nasıl ve neden, daha sonraları Mac’i en önemli uygulaması hâline gelen masaüstü yayıncılığa girdi?
Bunu biliyor musunuz bilemem ama Amerika’ya ilk Canon lazer yazıcı makinesini biz getirttik ve Lisa’ya bağladık. Herkesten önce sayfa basıyorduk. HP’den önce. HP’den çok önce. Adobe’den çok önce. Ama birkaç kez insanlar bana şöyle bir şey dedi: ”Bir garajda Xerox PARC’tan ayrılan insanlar var. Gidip onları görmelisin.” Sonunda gidip onları gördüm ve fark ettim ki yaptıkları şey bizim yaptığımızdan daha iyiydi. Onlar donanım şirketi olacaklardı. Yazıcılar falan üretmek istiyorlardı. Onları biz yazılım şirketi olmaya ikna ettim. İki ya da üç hafta içinde biz kendi projemizi iptal ettik. Bu yüzden beni öldürmek isteyenler oldu ama iptal ettik. Ve Adobe’yle yazılımlarını kullanmak üzere anlaştım. Apple olarak Adobe’nin yüzde 19,9 ‘unu satın aldık. Finansa ihtiyaçları vardı. Biz de biraz kontrol sahibi olmak istedik. Ve hızla ilerlemeye başladık. Canon’dan makineleri aldık. İlk lazer yazıcı kontrolörünü Apple’da tasarladık. Yazılımı Adobe’den aldık ve lazer yazıcıyı tanıttık. Biz Mac grubundaki birkaç kişi dışında şirketteki kimse bunu yapmak istemedi. Herkes yedi bin dolarlık bir yazıcının çılgınlık olduğunu düşündü. Ama bunun AppleTalk’la paylaşılabileceğini anlamadılar. Entelektüel olarak anladılar tabii ama duygusal olarak anlamdılar. Çünkü en son satmaya çalıştığımız çok pahalı şey Lisa’ydı. Biz bu işi zorladık. Bunun için birkaç ceset çiğnemem gerekti. Ama bu işi zorladık. Piyasaya çıkan ilk lazer yazıcı oydu. Gerisini zaten biliyorsunuz. Apple’dan ayrıldığımda gelir olarak ölçüldüğünde Apple dünyanın en büyük yazıcı şirketiydi. Ben ayrıldıktan üç, dört yıl sonra ne yazık ki bu üstünlüğü Hewlett Packard’a kaptırdı. Ama ben ayrıldığımda dünyanın en büyük yazıcı şirketiydi.
-Masaüstü yayıncılık sizin mi aklınıza geldi? Basit bir fikir miydi?
Evet ama gerçekten ağ kurulmuş bir ofis de hayal etmiştik. Ocak ayında yıllık toplantımızı yaptık. Yeni ürünlerimizi tanıttık. Ben herhâlde kariyerimin en büyük pazarlama gafını yaptım. – mi? – , özür dilerim. Kariyerimin en büyük pazarlama gafını sadece masaüstü yayıncılığı yerine Macintosh Office’i açıklayarak yaptım. Masaüstü yayıncılığı da bunun büyük bir öğesiydi. Ama bir grup başka şeyi de açıkladık ve bence o dönemde sadece masaüstü yayıncılığa odaklanmalıydık. –
-İcra kulu başkanı John Sculley’yle ciddi anlaşmazlıkların ardından Steve 1985′te şirketten ayrıldı.
-Bize Apple’dan ayılışınızdan bahsedin.
-Çok acı vericiydi. Konuşmak istediğimden bile emin değilim. Ne diyebilirim? Yanlış adamı işe aldım.
– Bu Sculley miydi?
– Evet. Ve on yıl uğruna emek verdiğim her şeyi yok etti. Benimle başlayarak. Ama en üzücü tarafı bu değil. Apple istediğim şirket hâline gelmiş olsa Apple’dan memnuniyetle ayrılırdım. En basit hâliyle kalkmak üzere olan bir rokete bindi roket kalkınca da aklı başından gitti. Kafası karıştı ve roketi kendisinin inşa ettiğini sandı. Sonra rotayı kaçınılmaz olarak yere çarpacak şekilde değiştirdi.
-Macintosh’tan önce ve Macintosh’un ilk günlerinde bu her zaman bir Steve ve John gösterisi olmuştu. Bir süreliğine yapışık ikizler gibiydiniz.
-Doğru.
-Sonra sizi ayıracak bir şey oldu.
– Doğru.
– Neydi o?
Olan şuydu: Endüstri 1984 sonlarında durgunluk yaşamaya başladı. Satışlar ciddi biçimde düşmeye başladı. John ne yapacağını bilemedi. En ufak fikri yoktu. Ve Apple’ın tepesinde bir liderlik boşluğu vardı. Bölümleri yöneten oldukça güçlü genel müdürler vardı. Ben Macintosh bölümünü yönetiyordum. Başka biri Apple II bölümünü yönetiyordu vesaire. Bazı bölümlerde sorunlar vardı. Depolama bölümünü yöneten adam hiç ortalıkta görünmüyordu. Değiştirilmesi gereken bazı şeyler vardı. Ama tüm bu sorunlar pazardaki daralama yüzünden bir düdüklü tencereye konmuş gibi oldu. Ve liderlik yoktu. John da kurulun mutlu olmadığı ve şirketteki günlerinin sayılı olduğu bir duruma düşmüştü. John’un o güne dek göremediğim bir özelliği de inanılmaz hayatta kalma içgüdüsüydü. Biri bana bir keresinde bu adam böyle içgüdüleri olmadan PepsiCo’nun başkanı olamazdı zaten demişti ve bu doğruydu. Ve John benim çok iyi bir şekilde tüm sorunların kökeni olabileceğime karar verdi. Böylece kafa kafaya geldik. John’un kurulla çok iyi bir ilişkisi vardı. Ona inandılar. İşte böyle oldu.
– Yani şirket için rekabet eden vizyonlar vardı.
-Bariz biçimde. Şirket için rekabet eden pek de vizyon yoktu. Çünkü bence John’un şirket için bir vizyonu yoktu.
-Galiba sizin o anda kaybeden vizyonunuz neydi diye soruyorum.
-Sorun vizyon değil, uygulama sorunuydu. Benim inancım Apple’ın daha güçlü bir lidere ihtiyacı olduğuydu. Bölümler içinde yarattığımız farklı fraksiyonları birleştirecek biri. Apple’ın geleceği Macintosh’tu. Apple II alanında harcamaları ciddi biçimde kısmalı Macintosh alanındaysa büyük harcamalar yapmalıydık. Böyle şeyler. John’un vizyonuna göreyse kendisi şirketin icra kurlu başkanı olarak kalmalıydı. Ve bunu yapmasına faydası olan her şey kabul edilebilirdi. Bence Apple ‘in başlarında felç olmuştu. Ve o zamanlar şirketi bütün olarak yönetebilecek beceriye sahip değildim bence. 30 yaşımdaydım. Ve iki milyar dolarlık bir şirketi yönetecek deneyimim yoktu. Ne yazık ki John’un da yoktu. Bana kesin bir diller orada bana göre bir iş olmadığı söylendi. Çok trajikti.
– Sibirya.
Evet, bir sonraki proje üstünde çalışmama izin vermek Apple için akıllıca olurdu. Gönüllü oldum. Bir araştırma bölümü açayım dedim. Bana yılda birkaç milyon dolar verin ben de harika birilerini işe alayım ve bir sonraki harika şeyi üretelim. Bunu yapma fırsatı olmadığı söylendi. Bürom elimden alındı. Bundan bahsetmeye devam edersek çok duygulanacağım. Ama bunun konuyla ilgisi yok. Ben sadece bir kişiyim. Şirketse benden çok daha fazla insandan oluşuyor. Onun için önemli olan bu değil. Önemli olan gelecek birkaç yıl boyunca Apple’daki değerlerin sistematik olarak yok edilmesiydi.
– Ardından Steve’e Apple’ın durumu hakkında fikirlerini sordum.
– Unutmayın, röportaj 1995′te yapıldı. Apple’a dönmesinden bir yıl önce. Şunu da unutmayın. Bu röportajdan bir yıl sonra Apple, NeXT’i aldığındaSteve satıştan aldığı Apple hisselerini hemen sattı.
-Apple bugün ölüyor. Apple çok acı çekerek ölüyor. Ölüme giden bir yokuştan aşağı kayıyor. Bunun nedeni de şu: Ben Apple’dan ayrıldığımda endüstrideki herkesin on yıl ilerisindeydik. Macintosh on yıl ileriydi. Microsoft’un on yılda onları yakalamasını izledik. Yakalayabilmelerinin nedeni de Apple’ın yerinden kımıldamamış olmasıydı. Bugün satılan Macintosh’la ayrıldığım gün üretilen arasındaki fark yüzde 25. ArGe’ye yılda yüzlerce milyon dolar harcadılar. ArGe’ye muhtemelen toplamda beş milyar dolar harcanmıştır.
-Karşılığında ne aldılar?
-Bilmiyorum. Olan şuydu: Bu şeylerin nasıl ilerletileceği ve bu yeni ürünlerin nasıl üretileceği bilgisi bir şekilde yok olmuştu. Bence birçok iyi insan bir süre daha orada kaldı. Ama bir araya gelip bunu yapma fırsatı yoktu çünkü liderlik yoktu. Artık Apple’a olan şu: Birçok açıdan geride kaldılar. Pazar payı açısından kesinlikle. Neredeyse onun kadar önemlisi farklılıkları Microsoft tarafından erozyona uğratıldı. Artık ellerinde eski müşteri kitleleri kaldı. O da artmıyor, yavaş yavaş azalıyor. Ama daha birkaç yıl iyi bir gelir akışı sağlar. Ama bu böyle devam edecek olan bir iniş. Ne yazık ki şu andan sonra da bunu tersine çevirmek mümkün değil.
Bence de değil. Peki ya Microsoft? Pazarın ezici devi onlar artık. Onlar da geleceğe uzanan Ford LTD gibiler. Cadillac olmadığı kesin. BMW de değil. Burada neler oluyor? Bu adamlar bunu nasıl başardı?
Microsoft’un yörüngeye çıkmasını mümkün kılan IBM adlı bir Saturn V roketiydi. Böyle dediğim için Bill bana bozulacak biliyorum ama bu tabii ki doğruydu. Bill’in ve Microsoft’un hakkını vermek lazım. Bu harika fırsatı kendilerine başka fırsatlar yaratmakta kullandılar. Çoğu insan hatırlamaz ama 1984′te Mac çıkana dek Microsoft uygulama işinde değildi. Orası Lotus’un hakimiyetindeydi. Microsoft, Mac için program yazarak büyük bir kumar oynadı. Ve berbat uygulamalar yazdılar. Ama devam edip zamanla iyileştiler. Nihayetinde Macintosh uygulama pazarına hükmettiler. Sonra sıçrama tahtası olarak Windows’u kullandılar aynı uygulamalarla PC pazarına girdiler. Ve artık PC’deki uygulamalara da onlar hükmediyor. İki karakter özellikleri var. Bence onlar çok kuvvetli fırsatçılar. Ve bunu kötü anlamda söylemiyorum. Ve iki, Japonlar gibiler. Durmadan saldırıyorlar. Bunu yapabilmelerini nedeni IBM anlaşmasının sağladığı gelen gelir akışıydı. Ama yine de bundan olabildiğince faydalandılar. Bu nedenle onları takdir ediyorum. Microsoft’un tek sorunu zevksiz olması. Kesinlikle hiç zevkleri yok ve bunun da anlamı şu: Bunu önemsiz bire ayrıntı olarak söylemiyorum, çok önemli. Şu anlamda… Orijinal fikirler bulmuyorlar ve ürünlerine pek bir kültür getirmiyorlar anlamında.
“Peki bu neden önemli ki?” diyorsunuz. Orantılı aralıklı yazıtipi dizgicilik ve güzel kitaplardan gelir. İnsan fikri buradan alır. Mac olmasaydı ürünlerinde bu asla bulunmayacaktı. Yani galiba hüzünleniyorum. Onların başarısı yüzünden değil. Başarılarını hiç sorun etmiyorum. Bu başarıyı ağırlıklı olarak hak etiler. Benim sorunun üçüncü sınıf ürünler yapıyor oldukları gerçeği. Ürünlerinin hiç ruhu yok. Ürünlerinde aydınlanma ruhu hiç yok. Çok sıkıcılar ve üzücü tarafı çoğu müşterinin de pek ruhu yok. Ama türümüzü yükseltmemizin yolu en iyisini alıp herkese yaymaktan geçiyor. Böylece herkes daha iyi şeylerle büyür ve bu daha iyi olan şeylerin inceliğini anlamaya başlar. Beni üzen şey Microsoft’un McDonald’s olması. Microsoft’un kazanmış olması değil Microsoft’un ürünlerinin daha faza içgörü ve yaratıcılık sergilemiyor olması.
-Siz bu konuda ne yapıyorsunuz? Bize NeXT’ten bahsedin.
-Bu konuda hiçbir şey yapmıyorum. Çünkü NeXT bu konuda bir şey yapamayacak kadar küçük. Sadece izliyorum. Ve bu konuda gerçekten yapabileceğim hiçbir şey yok.
– Ardından NeXT’ten bahsettik Steve’in1985 ‘te başında olduğu ve yakında Apple’ın alacağı şirketten NeXT’in yazılımı OSX’e dönüşüp Mac’in kalbi olacaktı.
-Gerçekten NeXT’i merak ediyorsunuz, değil mi?
– Evet, ediyorum.
– Ediyorsunuz. Tamam. Çok vakit olmadığı için en iyisi galiba size NeXT’in bugün ne olduğunu anlatmak.
– Olur.
-Aslında pek… Hayır. BİLGİSAYAR ENDÜSTRİSİNDE GÜNÜMÜZDE GELİŞİM YAZILIM ALANINDA YAŞANIYOR. VE YAZLIMI YARATIŞ BİÇİMİMİZDE BİR DEVRİM OLMADI. ENDÜSTRİDEKİ GELİŞİM YAZILIMDA VE YAZILIM YARATIŞ BİÇİMİMİZDE BİR DEVRİM OLMADI. Son 20 yıl içinde kesinlikle olmadı. Hatta daha da kötüye gitti. Macintosh son kullanıcı için bir devrimdi ama kullanımını kolaylaştırmak geliştirici için ters etki yaptı. Bunun bedelini geliştirici ödedi. Son kullanıcı için bilgisayar kullanmak kolaylaştıkça yazılımları yazmak çok daha karmaşık hâle geldi. Yazılım günümüzde yaptığımız her şeye sızıyor. İş dünyasında yazılım en güçlü rekabet silahlarından biri. İş dünyasının en başarılı savaşı Dostlar ve Aile’ydi. MCI Dostlar ve Aile programı. Son on yılda. O neydi? Çok zekice bir fikirdi. Özel bir faturalandırma yazılımı. AT&T on sekiz ay boyunca karşılık vermedi ve milyarlarca dolarlık pazar payını MCI’a bıraktı. Aptal oldukları için değil. Faturalandırma yazılımını hazırlayamadılar. Yani böyle yollarla ve çok daha küçük yollarla yazılım bu dünyada inanılmaz bir güç hâline geliyor. İnsanlar yeni mallar ve hizmetler sağlıyor. İster internet üzerinden olsun, ister başka şekillerde. Yazılım toplumumuzun en büyük fırsat kapılarından biri olacak. Xerox PARC’ta 1979′da gördüğüm ama o zamanlar çok da iyi anlayamadığım nesneye dayalı programlama adlı çok zekice ve orijinal bir fikri daha aldık. Bunu burada mükemmelleştirip ürün hâline getirdik. Bu alanda pazarın en büyük satıcı olduk. Bu nesne teknolojisi on kat hızlı ve daha iyi şekilde yazılım üretmenizi sağlıyor. Bizim yaptığımız da bu. Küçük ila orta ölçekli bir şirketimiz var. Ve en büyük nesne teknolojisi satıcısıyız. 50 ila 75 milyon dolarlık bir şirketiz. 300 kadar personelimiz var ve yaptığımız iş bu.
-Üçüncü bölümün sonlarına doğru Channel bizden öyle yapmamızı istediği için geleceğe bakıyoruz. Bu geliştirmekte olduğunuz yeni teknolojiyle bundan on yıl sonrası için neler öngörüyorsunuz?
Bence en önemlisi internet ve ağ olacak. Bugün yazılım ve bilgisayar dünyasında iki heyecan verici şey oluyor. Biri nesneler, diğeri de ağ. Bu ağ çok heyecan verici çünkü birçok hayalimizin gerçekleşmesi anlamına geliyor. Bilgisayarın sonunda programlamanın asıl aracı olmaktan çıkıp iletişimde kullanılan bir araca dönüşeceğini hayal etmiştik. Ve bu ağ ile bence bu nihayet oluyor. Ve ikincisi, bu ağ heyecan verici çünkü sahibi Microsoft değil ve bu sayede çok sayıda yenilik ortaya çıkıyor. Bence bu ağın toplumumuz üstündeki etkisi çok derin olacak. Bildiğiniz gibi, Amerika’daki mallar ve hizmetlerin yüzde on beşi kataloglar ya da televizyon aracılığıyla satılıyor. Bunların tümü ve daha fazlası ağa taşınıyor. Milyarlarca ve milyarlarcası. Yakında on milyarlarca dolarlık mal ve hizmet ağ üzerinde satılacak. Bunu bir açıdan söyle düşünebiliriz: Bu nihai doğrudan müşteriye dağıtım kanalıdır. Başka bir açıdan da dünyanın en küçük şirketi bu ağ üzerinde dünyanın en büyük şirketi kadar büyük görünebilir. Yani bence bunda on yıl sonra dönüp geriye baktığımızda tanımlayıcı teknoloji bu ağ olacak. Bilgisayarın tanımlayıcı toplumsal anı. Ve bence çok büyük bir şey olacak. Bence bu olay kişisel bilgisayar alanına yepyeni bir hayat öpücüğü oldu. Ve bence çok büyük bir şey olacak. Evet.
– Ve siz yazılım üretiyorsunuz.
– Kesinlikle ama herkes üretiyor. Bizim ne yaptığımızı unutun. Sadece bir endüstri olarak ağ bu endüstriye yepyeni bir kapı açacak.
Ve bu da gerçekleştikten sonra insana çok bariz gelen şeylerden. Ama beş yıl önce bu kimin aklına gelirdi?
-Doğru. Bu doğru. Harika bir yerde yaşamıyor muyuz?
– Steve’in tutkusunu öğrenmeyi çok istiyordum. Onu motive eden neydi?
– Gençken Scientific American’da bir makale okumuştum. Gezegendeki muhtelif canlıların hareket verimliliğini ölçüyordu. Atılar, şempanzeler, rakunlar, kuşlar, balıklar. Hareke etmek için kilometre başına kaç kilokalori harcıyorlardı? İnsanları da ölçmüşlerdi. Ve akbaba kazandı. En verimlisi oydu. Ve insanoğlu, yaradılışın tacı insanı etkilemekte oldukça uzak bir puan alıp listenin üçte birine doğru bir yerlere yerleşmişti. Ama birinin aklına bisiklet üstündeki bir insanı ölçmek gelmiş. Akbabayı ezdi geçti. Listenin de üstüne çıktı. Bunun beni çok etkilediğini hatırlıyorum. Şunu hiç unutmuyorum: İnsanlar alet yapar. Bizler doğuştan gelen insani yeteneklerimizi dramatik biçimde artırabilen aletler yapıyoruz. Apple’ın ilk günlerinde böyle bir reklam vermiştik hatta. Kişisel bilgisayar zihnin bisikletiydi. Ve ben tüm kalbimle inanıyorum ki tarih ilerledikçe geriye dönüp baktığımızda insanının tüm icatları arasında bilgisayar ne üstte olmasa bile en üstlerde bir yerlerde yer alacak. Bu bugüne dek icat ettiğimiz en muhteşem araç. Ve tam olarak doğru yerde, Silikon Vadisinde tarihsel olarak tam doğru zamanda bu icadın şekillendiği anda yaşadığım için kendimi çok şanslı hissediyorum. Bildiğiniz gibi, uzayda bir vektör başlattığınızda başlarda yönünü azıcık da olsa değiştirebilirseniz uzayda birkaç kilometre ilerlediğinde sonucu dramatik olur. Ben hâlâ o vektörün başlarında olduğumuzu düşünüyorum. Onu biraz doğru yönde itebilirsek ilerledikçe çok daha iyi bir şey hâline gelecek. Bence birkaç kez bunu yapma şansımız oldu ve bunun parçası olan hepimize bu büyük bir tatmin sağlıyor.
-Ama hangisinin doğru yön olduğunu nasıl bileceksiniz?
Sonunda iş gelip zevke dayanıyor. İş gelip zevke dayanıyor. Kendinizi insanın yarattığı en iyi şeylere maruz bırakmaya çalışmaya ve sonra bu şeyleri yaptığınız işe dahil etmeye çalışmaya dayanıyor. Picasso’nun bir lafı vardır. “İYİ SANATÇILAR KOPYALAR, BÜYÜK SANATÇILAR ÇALAR.” demiş. Ve büyük fikirleri çalma konusunda her zaman utanmaz olmuşuzdur. Bence Macintosh’u harika yapan şey biraz da üstünde çalışan insanların aynı zamanda dünyanın en iyi bilgisayar bilimcileri olan müzisyenler, şairler, ressamlar, zoologlar, tarihçiler olmasıydı. Ama bilgisayar bilimi olmasaydı da bu insanlar bu hayattaki başka alanlarda yine inanılmaz şeyler yapıyor olacaklardı. Bunları da yanlarında getirdiler. Hepimiz bu çabalara bir sosyal bilimler havası kattık. Bu tavırla başka alanlarda gördüğümüz en iyi şeyleri bu alana çekmek istedik. Bence dar kafalı biri olursanız bunu yapamazsınız.
– Bu dizideki herkese sorduğum sorulardan biri şuydu:
– “Hippi misiniz, inek mi?”
-Birini seçmek zorundaysam bariz şekilde hippiyim.
– Evet.
– Evet.
-Tamam. 30 saniyede mi karar veriyorsunuz?
Birlikte çalıştığım herkes de hippi.
– Gerçekten mi?
– Evet, evet. –
– Neden diye sorsana.
– Evet, neden?
– Siz mi hippileri arıyorsunuz, onlar mı size geliyor?
– Kendinize hippinin ne olduğunu sorun. Birçok çağrışım yapan eski bir kelime ama benim için… 60′larda,70 ‘leirn başlarında olanları hatırlayın. Bunu hatırlamalıyız. Ben bunların büyük bölümünü ergenlik çağımda gördüm. Çoğu burada, burnumuzun dibinde oldu. Bence buna yol açan kıvılcım her gün gördüğünüz şeylerin ötesinde bir şeylerin olmasıydı. Bu hayatta sadece bir iş, bir aile, garajdaki iki araba ve bir kariyerden daha fazlası oluyor. Daha fazlası oluyor. Bu paranın pek bahsetmediğimiz bir diğer yüzü daha var. Ve bunu arada boşluklar olduğunda yaşıyoruz. Her şey düzenli ve mükemmel olmadığında. Arada bir boşluk olduğunda. Bir heyecan yaşarsınız. Tarih boyunca çoğu insan bunun ne olduğunu bulun dedi. İster Thoreau olsun, ister Hintli mistikler, kim olursa. Ve hippi döneminde bu biraz vardı. Bunun ne olduğunu bulmak istediler. Hayatın ailelerinin yaptıklarından ibaret olmadığını gördüler. Elbette sarkaç diğer taraf doğru fazla salındı. Çılgıncaydı ama içinde bir şeylerin tohumu vardı. İnsanların bankacı değil şair olmak istemesine neden olan da bu. Bence bu harika bir şey. Bence aynı ruh ürünlere de konabilir. Ve bu ürünler üretilebilir. İnsanlara verilebilir ve onlar da bu ruhu hissedebilirler. Macintosh kullananlarla konuşursanız seviyoruz derler. İnsanların ürünleri sevdiğini pek sık duymazsınız. Gerçekten. Ama bunu orada hissedebiliyordunuz. Orada gerçekten harika bir şey vardı. Ben sanmıyorum ki çalıştığım gerçekten en iyi olan insanların çoğu sırf bilgisayarlarla çalışmış olmak için bilgisayarlarla çalışmış olsun. Bilgisayarlarla çalıştılar çünkü onlar içinizdeki başka insanların da paylaşmasını istediğiniz bir duyguyu en iyi aktarabilen ortamdır. Bu size mantıklı geliyor mu? – Evet. Bu şeyleri icat etmeden önce bu insanların hepsi başka şeyler yapacaktı. Ama bilgisayarlar icat edildi ve onlar da geldiler. Tüm bu insanlar bilgisayarlarla okulda ilgilendi. Ya da okuldan da önce ve “Bu bir şeyler söyleyebileceğim bir ortam.” dediler.
1996 ‘te, bu röportajdan bir yıl sonra Steve Jobs, NeXT’i Apple’a sattı. İflasını ilan etmesine 90 gün kala eski şirketinin başına geçti. Arından Amerikan iş dünyası tarihinde eşi görülmemiş bir şirket Rönesans’ı yaşandı. iMac, iPod, iTunes, iPhone, iPad ve Apple mağazaları gibi yaratıcı ürünlerle Jobs batmak üzere olan Apple’ı Amerika’nın en değerli şirketi hâline getirdi. Bu röportajda da söylediği gibi en iyisini aldı çevreye yaydı.
“Herkes daha iyi şeylerle büyüyebilsin diye.”
Söyleşi metni http://ismailhakkialtuntas.com/2012/10/23/steve-jobs-the-lost-interview-2012-kayip-roportaj/ ‘den alınmıştır.
Elif hanım blogdaki yazılar için teşekkür ederim, bizim için yararlı bir kaynak.